Mary Shelley’den Guillermo del Toro’ya: Frankenstein’ın İzinde

“Bana yaşam verdiğin güne lanet olsun! Melun yaratıcı! Niçin senin bile tiksintiyle sırt çevireceğin ölçüde korkunç bir canavarı şekillendirdin?”Frankenstein, Mary Shelley

Frankenstein’ın doğum hikâyesi, edebiyat tarihinde neredeyse kutsal bir efsane olarak anlatılsa da, derinlerine indiğinizde bu efsanenin aslında bir genç kadının zihninde çakan tek bir kıvılcımdan doğduğunu görürsünüz. 1816 yılı, tarihe “Yazsız Yıl” olarak geçmiştir; gökyüzünü kaplayan küller güneşi perdelemiş, Avrupa’nın büyük bölümü ağır bir kasvetin içine gömülmüştür. Mary Wollstonecraft Godwin, henüz on sekiz yaşında, sevgilisi Percy Shelley ile Cenevre Gölü kıyısındaki Villa Diodati’ye gider. Yanlarında romantik dönemin ateşli ve tutkulu ruhları Lord Byron, John Polidori ve Claire Clairmont da vardır.

Günler boyunca süren yağmur, gölde uğultulu bir çınlama bırakan gök gürültüleri ve dışarıyı neredeyse görünmez kılan sis, villayı adeta bir kapsül hâline getirir. Byron’un “Herkes bir hayalet hikâyesi yazacak” önerisi, başlangıçta Mary’nin zihninde yankı bulmaz. Ta ki, galvanizmin (ölü dokuyu elektrikle hareket ettirme deneylerinin) uyandırdığı merak, zihninin derinliklerinde bir imgeyi sürüklemeye başlayana kadar. Bu imge, kısa süre sonra dehşetin, kaybedilmişliğin ve yaratmanın sınırlarını zorlayan bir hikâyeye dönüşür.

Elizabeth (Mia Goth) ve Yaratık (Jacob Elordi). Fotoğraf: Netflix/ Everett Colle.

Mary Shelley’nin Frankenstein; ya da Modern Prometheusu yalnızca bir korku romanı değildir. Modern bilimin açtığı kapılara duyulan hayranlıkla korku arasındaki ince çizgiyi, insanın yaratma arzusunun karanlık gölgesini ve toplumun “öteki”yi dışlama refleksini birbirine bağlayan bir mit haline gelir. Sinemadan edebiyata, popüler kültürden etik tartışmalara kadar uzanan geniş bir yankının kaynağıdır bu roman. Aynı zamanda, genç yaşta acı, kayıp ve ölümle örülü bir hayatın içinden çıkmış bir kadının kendi karanlığıyla kurduğu hesaplaşmanın izlerini taşır.

Bir Yaratığın Aynasında: Beden, Bellek ve Sevilmeme Hakkında Bir Ağıt

Guillermo del Toro’nun Frankenstein uyarlaması, yaratığı yalnızca bir korku figürü olarak ele almaz. Del Toro, Mary Shelley’nin romanını 11 yaşında okumuş ve o günden beri metne derinden bağlanmıştır; bu uzun süren kişisel bağ, filmin hem duygusal hem de etik yoğunluğunu belirler. Ona göre film, geleneksel anlamda bir korku değil, “babalar ve oğullar, acı ve bağışlama” üzerine bir melodramdır; yaratımın sorumluluğu, acı ve affetme temalarıyla işlenir. Dikiş izleri, kanlı bir bedenin üzerine değil, bir yas defterinin sayfalarına işlenmiş gibi durur; her yara, hem yaratığın hem de yaratıcısının tarihini taşır ve modern dünyanın “öteki üretme” mekanizmalarının karanlık aynasına yerleştirir. Böylece yaratığın varoluşu, toplumun ona baktığında kendi korkularını gördüğü ve kimliği tanınmadığı için cezalandırdığı bir tür beden politikası hâline gelir.

Frankenstein. Fotoğraf: Martin Crowdy/Alamy.

Del Toro, Victor Frankenstein’ı yalnızca akıllı ama duygusal olarak kör bir bilim insanı olarak değil, kendi yarattığı şeyle yüzleşmek zorunda kalan bir ayna olarak kurgular. Oscar Isaac’in performansı, bu karmaşıklığı ve Victor’un kibirle örülmüş zekâsını, suçluluk ve duygusal körlüğünü seyirciye taşır. Karşıt olarak Jacob Elordi’nin Yaratık performansı, saf bir masumiyet ve yeni farkına varan bilinç sunar. Mia Goth, filmde hem Elizabeth’i hem de Victor Frankenstein’ın annesini canlandırarak, karakterler arasındaki kuşaklar arası bağı ve yaratım sürecinin kişisel boyutunu görünür kılar.

Del Toro’nun görsel dili, titrek ışığın altında kaybolan yüzler, kesintisiz yağan yağmur ve karanlığı masalsı bir perdeye dönüştüren renk paleti ile kurulur. Laboratuvar yalnızca bir mekân değil, insanın yaratıcı olma tutkusu ile kibri arasındaki uçurumu açığa çıkaran bir arena hâline gelir. Film, Shelley’nin romanındaki trajediyi ve Del Toro’nun kişisel etkilenimini, yaratığın bedeni, belleği ve sevilmeme arzusu üzerinden hem Shelley’nin kırılmalarını hem de modern dünyanın etik ve toplumsal sorgulamalarını sahneye taşır.

Frankenstein, Jacob Elordi. Fotoğraf: Netflix/AP

Del Toro’nun sinemasında yaratıklar, insanların sakladığı duyguları taşır. Pan’s Labyrinth’te masallar acının yükünü taşır; The Shape of Water’da aşk imkânsızı aşar. Frankenstein’da ise yaratık, hem geçmişin hem de geleceğin hayaletini bedeninde saklayan bir varlık hâline gelir. Bilimin dizginsiz özgüveni, doğa üzerindeki tahakküm ve insanın kendi yaratıcı rolünü taklit ederken vicdanını unutması, Shelley’nin iki yüzyıl önce sorduğu etik soruları bugüne taşır.

Film, kapanışı itibarıyla sıkça sorulan soruyu güçlü bir biçimde yeniden ortaya koyar: Gerçek canavar kimdir? Kendi elinden çıkan bedene isim koyamayan yaratıcı mı, yoksa sevilmeyi ararken dünyanın acımasız duvarlarına çarpan yalnız bir varlık mı?

Mary Shelley’den Guillermo del Toro’ya: Frankenstein’ın İzinde yazısı ilk önce ArtDog Istanbul üzerinde ortaya çıktı.